uyuyan istanbul

yine mecidiyeköy'desin. bugün orayı sevmedin. aşıklar artık orada değil. yıllardır hayatın merkezi olarak gördüğün yer artık bir buluşma yeri. artık... bu kelime ne kadar can yakıcı deği mi? artık, eskinin olmadığını hatırlatıyor sana. seyircisiz bir maç. öyleyse yolculuk nevizade'ye...

nevizade'den neden izlediğini anlamadığın bir maçı seyrediyorsun. bir fıçı bira karşında. muhabbet, sohbet derken vakit geçiyor. oradan kalkıp yürüyorsun. sonra yeni bir mekan seçiyorsun. "yea bu muydu lan?" dediğin şey bazen etkisini geç gösterebilir. mideni çalkalarsın ve başın dönmeye başlar. sonra düz yolda yürüyemezsin. ardından bir türk kahvesi ve suratına vurduğun su ile biraz kendine gelirsin. nargileyi çekersin, başın tekrar dönmeye başlar. sonra yürürsün. daha uzun yürürsün. saat gecenin üçü ve yine mecidiyeköy'desin. tarihin en iyisi ve en kötüsünü gördüğün yer. o zaman sen de tarihsin. arkadaşlarından ilkini bırakırsın ve yine yürürsün. sağındakini farketmezsin bazen. sonra birden kafanı çevirip baktığında beyaz bir surat görürsün sana "imdat" diyen. bunu bir adım ileri çıkarak söylemeye çalışır çünkü senin dikkatini çekmek ister. başını önüne eğip yürümeye başladığında o hamlesini yapıp geri çekilen savaşçılar gibidir. istediğini başaramamış gibi sanki. küçümsüyorsun onu "hayat bu mu?" diyerek, nice zorluklar yaşayan biri olarak...

ikisinden daha ayrılıyorsun. yalnızsın. sabahın dördünde köprüyü geçiyorsun. istanbul sessiz, uyuyan istanbul. gözlerini kapatmış gibi sanki. sağda solda yanan sokak ışıklarından başka bir şey yok orada. indikten sonra bir adım daha var. ama o da ne? yanlış seçim. bu sana pahalıya patlayacak gibi. zaman geçiyor. merak etmesin diye çocuklara "evdeyim" diye mesaj gönderiyorsun. sonra hemen 10 metre sağında taksileri kestiriyorsun gözüne. ama cebinde sadece akbil. gidip "bu gece bir iyilik yapmak ister misin?" diye sorasın geliyor, ama yapmıyorsun. 10 dakika sonra bir taksi arabasıyla geriye doğru geliyor. "sabiha gökçen'e giden var mı?" diye soruyor. oysa sen bu soruyu bir iyilik olarak algılıyorsun. "usta beni x köprüde bırak" diyerek atlıyorsun taksiye. giderken içinde kuşku, evet doğru bir kuşku. ayak titremesi. dönmeden önce son köprüye geldiğimizde şoför durup parayı istiyor ama sen "hakkını helal et" diyerek ayrılırsın oradan. sonra sabahın beşinde otoban kenarında 20 dakikalık bir yolculuk. arada koşuyorsun sanki seni bekleyen biri varmış gibi. camilerde ezan sesleri, arkada tırların motorundan gelen gürültürler, sağında köpek havlamaları, solunda kurbağa gıgıldamaları seninle. durup düşünüyorsun beatles dinleyerek yoluma devam etsem mi? diye. yok, ben zorluğu severim, zorluğu yaşamayı...

düşünüyorsun "doğru olanı yapıyor muyum?" diye. bazen evet, bazen hayır. ama bunun bir zorluk olduğu aşikar. ileride biri ensene binmeye çalıştığında "sen hiç sabahın beşinde otoban kenarında yalnız başına yürüdün mü?" diye verecek bir cevabın var artık. uyuyan istanbul'u gördün bu gece. bazen terk edip gitmek istediğin o istanbul'un uyuyan yüzünü. sonunda yatağını uzandığında ise senin mutlu eden şeyler elbette olacaktır...


Yorumlar

Popüler Yayınlar